Neden Bir Yazgıyım Ben?

Başıma geleceği biliyorum. Bir gün korkunç birşeyin anısıyla birlikte söylenecek benim adım, –yeryüzünde eşi görülmemiş bir bunluğun, en derin bulunç çatışmasının , o güne dek inanılmış, istenmiş, kutsallaştırılmış ne varsa, hepsine karşı yöneltilecek bir son sözün anısıyla. İnsan değilim ben, dinamitim. Bütün bunlara karşın, din kurucularını andırır bir yanım yok, –dinler ayaktakımı işidir. “İnananlar” istemiyorum; kendi kendime inanmak için bile biraz çokça hayınım sanıyorum; yığınlara değil benim konuşmam… Günün birinde beni ermişler katına koyacaklar diye ödüm kopuyor: Anlıyorsunuz ya, bu kitabı önceden çıkarıyorum ki, ilerde benim adıma ahmaklıklar yapmasınlar. Ermiş olmak istemem, soytarı olayım daha iyi…

Belki öyleyimdir de. Buna karşın, daha doğrusu, daha doğrusu karşın değil –ermişlerden daha iyi dolandırıcı gelmemiştir çünkü, –doğrular çıkıyor benim ağzımdan. Ama benim doğrularım korkunçtur: Bugüne dek yalana doğru dediler çünkü. –Tüm değerlerin yenilenmesi: İnsanlığın en yüce bir kendine geliş eylemine –ki bende cisim bulmuş, deha olmuştur– taktığım ad budur işte. Talihim böyle istiyor, ilk namuslu insan ben olmalıyım, binlerce yıllık yalan dolana karşı durmalıyım kendimi… Yalanın yalan olduğunu duyup… koklamakla, doğruyu ilk bulan ben oldum… Burun deliklerimdedir benim dehâm. Şimdiye dek hiç kimse benim durduğum gibi karşı durmamıştır ya, gene de yadsıyan bir kafanın tam tersiyim ben. Şimdiye dek eşi gelmemiş bir muştucuyum; şimdiye dek kavramı bile olmayan, öylesine yüksek ödevler biliyorum; ancak benimle birlikte umut bağlanıyor gene. Böylece, zorunlu olarak yıkım getirici bir adamım ben. Çünkü doğru binlerce yıllık yalanla kavgaya tutuşunca, kimsenin aklından bile geçirmediği depremler, sarsıntılar göreceğiz; dağ, koyak birbirine karışacak. Siyasa kavramı o gün bir düşünceler savaşı içinde hepten yitip gidecek; eski toplumun tüm siyasal kurumları havaya uçacak, –çünkü yalan üstüne kurulmuş topu da. Yeryüzünde ilk benimle başladı büyük siyasa.

II
İnsan kılığına girmiş böyle bir yazgı nasıl mı dile getirilir? –Zerdüşt’ümde bulursunuz. Her kim iyi ve kötü’de yaratıcı olmak ister, en önce bir yokedici olmalı, değerleri parçalamalıdır. En yüksek kötülük böylece en yüksek iyiliğe girer: Bunun da adına yaratıcılık denir.

Gelmiş geçmiş insanların rahatça en korkuncuyum ben; hem de en çok iyilik edeni olmayacağım anlamına gelmez bu. Yoketme gücümle orantılı olarak varmışım yoketmenin tadına, –her ikisinde de, yıkmayı olumlamadan ayrı tutmayan Dionysosca yaradılışıma uyuyorum. İlk töresizciyim ben: En üstün yokediciyim böylelikle de.–

III
Tam da benim, ilk töresizcinin ağzında Zerdüşt adı ne anlama geliyor, sormadılar bana; sormalıydılar: çünkü o İranlının tarihteki korkunç benzersizliğini yapan şey, benimkinin tam tersidir. İyi ile kötü arasındaki kavganın, dünyanın gidişini sağlayan asıl çark olduğunu Zerdüşt görmüştü ilk, –töre’nin gerçek güç, neden, amaç olarak metafizik alana aktarılması onun işidir. Ama zaten içinde saklıdır bu sorunun yanıtı. Zerdüşt bu en belalı yanılgıyı, töreyi yaratmıştı: Onu ilk tanıyan da kendisi olmalı dolayısıyla. Burada her düşünürden daha çok ve uzun görgüsü olması değil yalnız –tarih baştanbaşa o “törel dünya düzeni” dedikleri ilkenin deneysel çürütülmesidir–, daha da önemlisi, tüm düşünürlerin en dürüstüdür Zerdüşt. Onun öğretisinde –ve yalnız orada, dürüstlük en yüksek erdemdir, yani gerçek önünde tabanları yağlayan “ülkücü” korkaklığının karşıtıdır; Zerdüşt öbür düşünürlerin topundan daha yüreklidir. Doğruyu söylemek ve iyi ok atmak, budur Pers erdemi. –Bilmem anlıyor musunuz?… Töre’nin, dürüst olduğu için, kendi kendini yenmesi, törecinin ise tam karşıtına –yani buna- dönüşmesi… Budur benim ağzımda Zerdüşt adının anlamı.

IV
Aslında iki yadsıma girer töresizci sözcüğünün içine. Bir yandan, şimdiye dek en yüksek sayılan bir insan türünü, iyileri, iyilik isteyenleri, iyilik yapanları yadsıyorum; öte yandan, gerçek töre diye geçerli ve egemen olan bir töreyi, décadence töresini, daha somut deyimiyle Hıristiyan töresini yadsıyorum. Bu ikinci yadsımayı daha önemlisi olarak saymakla yanılmış olmam; çünkü toptan düşünülünce, iyiliğe, iyilikseverliğe verilen aşırı değer, zaten décadence’ın sonucu, bir güçsüzlük belirtisi, gelişip serpilen, olumlayan yaşamla bir uzlaşmazlık olarak görünüyor bana: Olumlamak için yadsımak ve yoketmek gerektir. –İlk olarak iyi insanın psikolojisi üzerinde duracağım. Bir insan türüne değer biçmek için, onun sürüp gitmesi nelere maloluyor, bunu hesaplamalıdır, –varoluş koşullarını bilmelidir onun. İyilerin varoluş koşulu ile yalandır: Başka bir deyimle, gerçeğin aslında ne türlü olduğunu her ne pahasına olursa olsun görmek istememektir; oysa gerçek hep iyiliksever içgüdüleri gerektirecek, hele o beceriksiz, iyi ellerin ikide bir kendi işine karışmasına göz yumacak cinsten değildir: Genel olarak her türlü tehlike durumunu bir itiraz, ortadan kaldırılması gereken birşey saymak , eşsiz bir bönlüktür: Bir yıkım, korkunç bir aptallıktır, –insanın yoksullara acıdığı için kötü havayı ortadan kaldırmak istemesi gibi aptalca nerdeyse…
Bütünün büyük tutumluluğu içinde, gerçeğin (tutkularda, isteklerde, güç isteminde) her türlü korkunçluğu, küçük mutluluğun her türlüsünden ölçülmez derecede daha zorunludur; bu sonuncusu içgüdü aldatmacasıyla gerektirildiğinden, ona herhangi bir yaşam hakkı tanımak için, üstelik hoş görür olmalı insan. Baştanbaşa tarih boyunca iyimserliğin, o homines optimi doğurtmasının ölçülere sığmayan ürkünç sonuçlarını kanıtlamak için büyük bir fırsat geçecek elime. İyimserin de kötümser kadar décadent, belki daha bile zararlı olduğunu ilk kavrayan Zerdüşt şöyle diyor: Doğruyu söylemez hiç iyi insanlar. Yanlış kıyılar, yanlış güvenlikler öğretti iyiler size; iyilerin yalanları içinde doğdunuz, oralara sığındınız. Herşey ta köküne dek yalana boğuldu, eğretildi iyilerin eliyle. Bereket versin, dünya yalnızca o koyun sürüsüne daracık bir mutluluk sağlayacak içgüdüler göz önüne alınarak kurulmamıştır; herkesin de “iyi insan”, sürüde koyun, mavi gözlü, iyiliksever, “ince duygulu”, –ya da Bay Herbert Spencer’in dilediği üzre, özgeci olmasını istemek, varlığın büyük yanını almak, insanlığı iğdiş etmek, saçmasapan bir oyun derekesine indirmek olurdu. –Ve bunu yapmaya da kalktılar!… Buydu işte töre dedikleri… Zerdüşt iyilere bu anlamda kimi zaman “sonuncu insanlar”, kimi zaman da “sonun başlangıcı” der; herşeyden önce de, onları en zararlı insan türü sayar, çünkü hem doğrunun, hem de geleceğin sırtından sürdürürler yaşamalarını.
İyiler. –bir şey yaratamaz onlar, sonun başlangıcıdırlar hep– yeni levhalar üstüne yeni değerler yazanı çarmıha gererler, geleceği kurban ederler kendileri için, tüm insan geleceğini çarmıha gererler! İyiler–onlar sonun başlangıcıydılar hep…
Bu dünyaya kara çalanların ne denli zararı dokunsa da, zararların en zararlısıdır iyilerin zararları.

V
Zerdüşt iyinin ilk psikologu, –dolayısıyla– kötünün de dostudur. Décadence türü insan en yüksek değer katına yükseltilmişse, bu yalnızca onun karşıt türünün, güçlü, yaşaması kesin insan türünün zararına olmuştur. Sürü hayvanı en arık erdemin ışığı içinde parıldıyorsa, o zaman ayrık insan değerce aşağılanmış, kötü sayrılmış olmalıdır. Yalancılık her ne pahasına olursa olsun, kendi görüş biçimini anlatmak için “doğru” sözcüğüne göz koymuşsa, asıl doğru kişiyi en kötü adlar altında bulabiliriz yeniden. Zerdüşt bu konuda hiç şüphe bırakmıyor: Söylediğine göre, insanoğlu onu ürküye salmışsa, iyileri, “en iyileri” tanıdığı içinmiş bu düpedüz; bu tiksinmeden doğmuş onun kanatları, “o uzak geleceklere süzülmesi için” –açıkça söylüyor, onun insan örneği, göreli bir üstinsan örneği, tam da iyilere oranla insanüstüdür; iyiler ve doğrular onun üstinsan’ına şeytan derlerdi…
Siz, gözümün rastladığı en yüksek insanlar, budur benim sizden kuşkum ve içimden gülüşüm: Benim üstinsanıma korkarım siz… şeytan derdiniz!
Ruhunuz büyüklüğe öylesine yabancı ki, üstinsan korkunç gelirdi size iyiliği içinde…
Zerdüşt’ün ne yapmak istediğini kavramak için, başka yerden değil, buradan başlamalıdır işe: Onun tasarladığı türdün insan, gerçeği olduğu gibi tasarlar: Buna yetecek güçtedir, –ona yabancılaşmış, ondan kopmamıştır; onun ta kendisidir, en korkunç, en sorunsal yanını da içinde taşır, –ve ancak böylelikle büyük olabilir insan…

VI
–Ama töresizci sözcüğünü başka bir anlamda da kendime bir arma, bir onur simgesi yaptım; beni insanlığın geri kalanından seçip ayıran bu adımla övünüyorum. Şimdiye dek hiç kimse Hıristiyan töresini kendinden aşağı duymamıştır: Bunun için bir yükseklik, bir uzak görüşlülük, hiç duyulmamış, baş döndürücü bir psikolojik derinlik gerekliydi. Hıristiyan töresi bugüne dek tüm düşünürlerin Kirke’siydi, –onun hizmetindeydi hepsi de.– Bu tür ülkünün, dünyada kara çalmanın o ağulu soluğu sızan mağaralara benden önce var mı inen? Benden önce feylosofların arasında “yüksek dolandırıcı”, “ülkücü” değil de, onların tam tersi, psikolog olan biri var mıydı hiç? Psikoloji diye bir şey yoktu benden önce. –Burada ilk olmak bir kargıştır belki de; ama kesin olarak bir yazgıdır. Çünkü küçümseyenlerin de ilki olur insan… İnsandan tiksinmedir benim tehlikem…

VII
Anladınız mı beni? –Geri kalan insanlıkla aramdaki sınırı çizen, bana ayrı bir yer veren şey, Hıristiyan töresini bulmuş olmamdır. Bu yüzden, teker teker herkese meydan okuma anlamını taşıyan bir sözcük gerekiyordu bana. Bu konuda gözünü daha önce açmamış olmak, bence insanlığın en büyük yüz karası, en büyük kabahatidir; içgüdü olmuş bir kendini aldatma, hiçbir olayı, nedenselliği, gerçeği görmemeyi kafaya koymak, yanlığa karşı gözleri kör olmak, cürmün daniskasıdır; yaşama karşı işlenmiş bir cürümdür… Bin yıllar, uluslar –en eskileri de, en yenileri de–, feylosoflar ve kocakarılar, –tarihin dört beş ânı dışında, ki ben altıncısıyım–, hepsi bu konuda birbirlerine pek yaraşırlar. Hıristiyan bugüne dek “törel yaratık”dı, benzersiz bir antikaydı, –ve “törel yaratık” olarak da, insanlığı en hor gören kimsenin bile aklından geçirmeyeceği kadar saçma, yalancı, boş gururlu, düşüncesiz ve kendine zararlıydı. Hıristiyan töresi, yalan isteminin en hayınca biçimi, insanlığın gerçek Kirke’si: Onu doğru yoldan çıkaran. Bunu gördüğümde tüylerimi diken diken eden şey, yanılgının kendisi değil, onun üstün gelmesiyle açığa çıkmış o düşünce alanındaki binlerce yıllık “iyi niyet”, kendini sıkıya sokma, yol yordam bilme, yüreklilik eksikliği değil, –ama doğa eksikliği, o hepten gülünç olgu, doğaya aykırılığın töre adıyla en yüksek saygıları görmesi, yasa, kesin buyruk olarak insanlığın tepesine asılmış olması!.. Bu ölçüde yanılmak, hem de kişi olarak, ulus olarak değil, insanlık olarak!..
Yaşamın en başta gelen içgüdülerini küçümsemeyi öğretmeleri; bedeni haklamak için bir “ruh” bir “tin” uydurmaları; yaşamın temel koşulunu, cinselliği ayıp bir şey olarak duymayı öğretmeleri; serpilip gelişmek için en derinden zorunlu olan şeyi, o katı bencilliği –sözcüğün kendisi bile kara çalıcı– kötülük ilkesi saymaları; tersine, çöküşün, içgüdü çelişmesinin örnek belirtilerinde, “çıkar gözetmezlik”te, denge yitiminde, “kişiliksizleşme”de, “yakınını sevmek”te (–yakınıma düşkünlükte) daha yüksek değerleri –ne daha yükseği! –gerçek değerleri görmeleri!.. Ne! İnsanlığın kendi de décadence içinde mi? Hep öyle miydi? –Şurası kesin ki, ona yalnız décadence içinde mi? Hep öyle miydi? –Şurası kesin ki, ona yalnız décadence değerleri en en yüksek değerler olarak öğretildi. Bencil olmayan töre en üstün anlamda bir çöküş töresidir; “Sizler de çöküp gitmelisiniz”, –yalnız buyruk olsa gene iyi!.. Şimdiye dek öğretilen biricik töre, bencil olmayan töre, bir bitme istemini açığa vurur, derinden derine yadsır yaşamı. Burada bir tek açıp kapı kalıyor, o da katına yükselen Hıristiyan töresinde kendilerini başa geçirecek yolu sezen o asalak insan türünün, papazların yozlaşmış olması… Gerçekten, benim görüşüm de bu: İnsanlığın öğretmenleri, önderleri –ki topu da tanrıbilimciydi– décadent’dılar hem de; tüm değerlerin yaşama düşman değerlere dönüştürülmesi işte bu yüzden, töre işte bu yüzden… Töre’nin tanımı: Töre, décadent’ların özel tepkisi, –yaşamdan öç alma ard düşüncesiyle ve bunu başararak–. Bu tanıma önem veriyorum.

VIII
–Anladınız mı beni? Beş yıl önce Zerdüşt’ün ağzından söylemediğim bir tek söz yok demin söylediklerim içinde. –Hıristiyan töresinin açığa çıkarılması eşine rastlanmaz bir olaydır, gerçek bir yıkımdır. Kim bu konuyu aydınlatmışsa, bir force majeure, bir alınyazısıdır, insanlık tarihini ikiye böler: Ondan önce yaşayanlar, ondan sonra yaşayanlar… Doğrunun yıldırımı, şimdiye dek en yüksekte olan şeyin üzerine düştü tam: Orda neyin yanıp kül olduğunu kavrayan kimse, elinde avucunda daha birşeyler kalmış mı, bir de ona bakmalı. Bugüne dek “doğru” dedikleri ne varsa, yalanın en zararlı, en kalleş, en sinsi biçimi olarak açığa çıkarılmıştır; o kutsal “sözde neden”, insanlığı “düzeltmek”, aslında yaşamın iliğini, kanını emecek bir hile olarak, töre bir vampirlik olarak ortaya çıkarılmıştır. Töre’nin ne olduğunu bulan, onunla birlikte, insanların inandığı, inanmış olduğunu bulan, onunla birlikte, insanların inandığı, inanmış olduğu tüm değerlerin değersizliğini de bulmuş demektir; insanlığın en çok saygı gören, giderek ermişler katına yükseltilen örneklerinde, artık saygıya değer hiçbir yan bulmaz, en uğursuz cinsinden sakat doğmuşlar olarak görür onları: Uğursuzdular, büyüler çünkü… “Tanrı” kavramı, yaşama bir karşıt kavram olarak uydurulmuş, yaşama zararlı, ağulu, kara çalıcı, onun can düşmanı ne varsa hepsi o kavramda bir ürkünç birlik olmuştur! “Öte yan”, “gerçek dünya” kavramları, bedeni hor görmek, onu hasta –ermiş– yapmak, yaşamda önemsemeye değer ne varsa, beslenme, konut, düşünce düzeni, hastalara bakma, temizlik, hava vb. hepsinin karşısına ürkünç bir umursamazlık koymak için uydurulmuş! Sağlık yerine “ruhun selâmeti”, yani tövbe çırpınmaları ve kurtuluş isterisi arasında gidip gelen bir folie circulaire “Günah” kavramı o kendinden ayrılmaz işkence aracıyla, “özgür istem” kavramıyla birlikte, içgüdüleri sapıttırmak, onlara karşı güvensizliği bizde ikinci bir yaradılış yapmak için uydurulmuş! “Çıkar gözetmezlik” ve “kendini yadsıma” kavramları yoluyla, o asıl décadence belirtisi, zararlı olana doğru eğilim, kendine yarayanı artık bulamaz olmak kendi kendini yıkmak, gerçek değerin ta kendisi, “ödev”, “ermişlik” insandaki “tanrısal yan” katına yükseltilmiş! Son olarak –en korkuncu da bu– iyi insan kavramıyla tüm zayıfların, hastaların, kusurluların, kendi kendinden acı çekenlerin, yokolması gereken ne varsa hepsinin yanı tutulmuş, –ayıklama yasası çarmıha gerilmiş; gururlu, yetkin, olumlayan, geleceğe güvenen, geleceği doğrulayan insanın karşısına bir ülkü çıkarılmış, –ona kötü denmiş bundan böyle… Töre diye inanmışlar bunlara da!
Ecrasez I’nfâme!-
IX
–Anladınız mı beni? –Çarmıhtakine karşı Dionysos…

Özgürlük Kulübü Bildirileri: San Francisco Müfettişine Mektup

manifesto

Özgürlük Kulübü Hakkında

Özgürlük Kulübü(Freedom Club) Endüstriyel karşıtı mesaj yaymak için 1970 ve 1990 lar arasında bilim adamları ve teknoloji uzmanlarına bir bombalama kampanyası yürüten bir anarşist terör grubuydu. Ulusal bir gazetede “Unabomber Manifesto” olarak bilinen, “Sanayi Toplumu ve Geleceği” adlı sanayi toplumuna karşı el yazması metninin yayınlanması durumunda bombalamaları durdurma sözü verdiler. Okumaya devam et “Özgürlük Kulübü Bildirileri: San Francisco Müfettişine Mektup”

Unabomber Manifesto – Sanayi Toplumu ve Geleceği: Giriş

manifesto

1. Sanayi Devrimi ve sonuçları insan soyu için bir felaket oldu. Bu sonuç-lar, “gelişmiş” ülkelerde yaşayan bizlerin yaşamdan beklentilerimizi olduk-ça arttırırken toplumun denge sini bozdu, yaşamı anlamsızlaştırdı, insanları aşağılamalara maruz bıraktı, yaygın psikolojik acılara (Üçüncü Dünya’da fiziksel acılara da) yol açtı ve doğal dünyayı şiddetli zararlara uğrattı. Tek-nolojik ilerleyişin devamı durumu daha da kötüleştirecek; insanları daha büyük aşağılamalara maruz bırakıp, doğal yaşamda daha fazla zarara sebep olacak; büyük olasılıkla daha fazla sosyal bozulmaya ve psikolojik acılara yol açacak; belki de “gelişmiş” ülkelerde bile fiziksel acıların artmasına ne-den olacak.2. Endüstriyel-teknolojik sistem devam edebilir veya yıkılabilir. Eğer devam ederse, so nunda psikolojik ve fiziksel acılar daha düşük seviyelere inebilir; ancak uzun ve acı dolu bir alışma döneminden sonra ve insanlarla diğer pek çok yaşayan organizmayı işlenmiş birer ürün ve çark dişlilerine indirgemek pahasına. Üstelik, sistem devam ederse, so nuçları kaçınılmaz olacak. Siste-mi, insanların saygınlığını ve bağımsızlığını elinden al mayacak bir şekilde yenilemenin veya değiştirmenin bir yolu yok. Okumaya devam et “Unabomber Manifesto – Sanayi Toplumu ve Geleceği: Giriş”

In Girum Imus Nocte et Consumimur Igni [PDF]

Dünya düzenine karşı planlanan bir saldırının başlatıldığı zaman dilimleri güzeldir.

Başladığı belirsiz andan itibaren, ne olursa olsun, çok yakında hiçbir şeyin artık eskisi gibi olmayacağını bilirsiniz.

Saldırı yavaşça başlar, ivmesini kazanır, geri dönüşün imkansız olduğu o noktayı aşar ve telafisizce, belirlenen hedefe, oldukça dayanıklı ve korunaklı; ama, aynı zamanda da sarsıntıya ve bozguna yazgılı o sipere çarpar. Okumaya devam et “In Girum Imus Nocte et Consumimur Igni [PDF]”

Hiçliğe Övgü

nihil-chaos

Evrende önemsizliğinizi görmenize dair klasik şeyler söylemeyeceğim, bana bu yıldıztozu, evrendeki küçüklük retoriği hep pratik olanı gözden kaçırıyormuş gibi geliyor. Bunun en büyük nedeni ise her birimizin kendi tikel deneyimlerimizle, kendi biricik bakış açımızla bu küçük mavi gezegende yaşıyor olmamız. Evrende hiç önemli olmayabiliriz, büyük ihtimalle değiliz, bu gezegen de değil, yok oluşu büyük çapta hiçbir şeyi etkilemeyecektir. Lâkin kendi küçük evrenimizde bu yaşadığımız, anlam verdiğimiz, anlam alanları yarattığımız kısacası mühendisi, mimarı ve işçisi olduğumuz bu hayatta kendi önemsizliğimizi bize hatırlatmaya çalışan bu klasik naturalist açıklamalar ne de önemsiz öyle değil mi? Okumaya devam et “Hiçliğe Övgü”

Hiçliğe Varoluşsal Bir Yaklaşım #2

20. yüzyılın en etkili felsefe akımlarından biri olan varoluşçuluk, varoluşun özden önce geldiğini belirterek bireyin kendi seçimleriyle kendini inşa ettiğini savunur. İnsan nasıl kendi seçimleriyle kendini var edebiliyorsa aynı şekilde kendi seçimleriyle kendini yok etme, kendini hiçleştirme durumuna da düşebilmektedir. Varoluşçuluk, kuşkusuz insanın varoluşuna dair sorgulamalar getirdiğinde, insanın varoluşunu anlamlandırmaya çalıştığında varlık kadar hiçliğin de kıyılarında dolaşmıştır. İnsan, tek boyutlu bir varlık değil, karmaşık dünyasıyla çok boyutlu bir varlıktır ve kendini bilinçli ya da bilinçsiz zıtlıklarla var eder. Bu noktada insan yaşamı da varlık ve hiçlik arasında gidip gelen uzun ve zor bir yoldur. Okumaya devam et “Hiçliğe Varoluşsal Bir Yaklaşım #2”

Nietzsche, Devlet ve Devrim

Nietzsche –iktisat kuramları ile ciddi bir şekilde ilgilenmemiş olsa da– eserlerini kapitalizmin belli bir yorumu üzerine kurgulamıştır. Aslında 1870’lerde kapitalist üretim biçimi, en ileri ulusal formasyonlarda, sanayi kapitalizmine damgasını vuran rekabetçi aşamayı geride bırakıyor ve finansal sermayenin egemen olduğu emperyalist aşamaya giriyordu. Ne var ki Almanya’da durum biraz farklıydı ve bu ülkede kapitalizm, gecikmiş bir sanayileşme hareketi olarak feodal ilişkileri tasfiye ediyor ve bu nedenle de hâlâ ilerici bir yön taşıyordu. Öte yandan, Nietzsche, Marx ve Engels’in daha Manifesto’yu kaleme alırken gözlemledikleri kapitalizmin özünde yatan “küreselleşme” potansiyelini de sezmiş ve bundan bazı olumlu sonuçlar da çıkarmıştı. Sanıyorum ki Marx ve Engels ile Nietzsche’nin bu konuda otuz yıl arayla yazdıklarını alt alta koyarak birlikte okumak, aralarındaki ortak ve farklı noktaları saptamak açısından aydınlatıcı bir başlangıç olabilir. Okumaya devam et “Nietzsche, Devlet ve Devrim”

Hiçliğe Varoluşsal Bir Yaklaşım #1

1.1. HİÇLİK KAVRAMI
Temelde “hiç olma durumu” olarak nitelendirilen hiçlik, daha çok varoluşsal bir sorunun habercisi durumundadır. Aynı zamanda yokluk, boşluk kavramlarıyla da kendini ifade eden hiçlik, ilkin daha çok “yokluk” kavramı çerçevesinde temellendirilir. Aslında yapılan tanımlara bakıldığında hiçlik ile yokluğun birbirlerinin yerine kullanılan kavramlar olduğu dikkati çeker. Okumaya devam et “Hiçliğe Varoluşsal Bir Yaklaşım #1”